Yaşamlarımızın üstüne akşamüstünün ölgünlüğü çökmüş. Dertler ise bir sakız gibi üstümüze yapışmış. Ne kadar kurtulmak istesek de nafile. Yağmuru arayan bulut misali mutluluğu arıyor gözlerimiz. Dünya üstümüze üstümüze yürürken biz ise çocukluğumuza doğru kaçıyoruz. Kaçsak ne yazar ki… Yaşam bizi uçurumun kenarına getirmiş ve bırakmış. Geri dönsek dönemiyoruz. Adım atsak uçurumdan aşağı yuvarlanacağız. İnsanlık işte böyle çaresiz bir durumda. Yaşamın o zalim, o ezici kuvveti insanlığın göğsüne öylesine bir baskı uyguluyor ki nefes alırken dahi kendisini boğuluyormuş gibi hissediyor. Çaresizliğine çare arıyor insanlık ama yaşamda pili bitmiş saat gibi yerinde durmuyor. Akıp gidiyor. Bu durum ise insanlığın aklını karıncalandırıyor. Henüz yaşama diz çöküp teslim olmasa da çaresizliği insanlığın dizlerini titretiyor. Yaşama kök salmak istiyor insanlık, yaşam denilen o koca boşluğun içerisine bir anlam yükleyebilmek için. Ama ne yapsa nafile. Çünkü yaşam karşısında sürekli değer kaybediyor. Nasıl kaybetmesin ki? Yaşam tatması gereken her acıyı insanlığa tattırsa da insanlık yüzünü bir türlü gerçeklere dönmüyor. Yaşamın o zalim, o ezici kuvveti altında ezilmeyi, sessizliğin o ağır çuvalını yüklenmeye yeğliyor. İnsanlığı zalim yaşam karşısında ayakta tutacak olan gönül toprağında açacak çiçeklerdir. Bu çiçeklerden yayılacak mis gibi koku insanlığı kendisine getirecek ve hayallerine açılan kapıyı insanlık o zaman aralayacaktır. Yaşamakla ölmek arasındaki o ince köprüde mantığı bir süreliğine de olsa bir kenara bırakarak, birazda gönlünün sesini dinlemeli insanlık. Tükenmez kalem gibi tükenmez zannetmemeli yaşamı. Gün gelir tükenir. Tıpkı kurşun kalem gibi. Ve insanlık şunu çok iyi bilmeli ki yerdeki karıncanın ayak sesini duymadıkça, gönül toprağında çiçekler asla açmayacak. Çünkü merhamet etmeyene merhamet edilmez.
0 Commentaires